joseph beuys: psiko-ideolojik bir temsili nesneyle kodlamak

GÜLAY YAŞAYANLAR

“Joseph Beuys’un performatif bir yaşama adanmış sanatını izlerken ayrışmış bir bilincin çeperlerinde dolaştığımızı hissederiz. Bu esnada, özellikle süreç içinde biçimlenen bir malzeme-nesne olarak kullanılan içyağı, tüm sıradanlığıyla zihnimizi zapteder. Adeta bir şifa aracı olarak tüm kayganlığıyla zıtlıkları gideren, sert çizgileri yumuşatan bir nevi post-aura yaratan bir etkiyle anlatı alanınını işgal eder. Katılaşmış bir halde, enformel yapısıyla dönüşür, şekil değiştirerek ve çatlaklarından solumaya devam ederek ikonik bir nesneye dönüşür. Ruhsal travmaları hapseden kaygan ve nemli dış yüzeyiyle, bir iyileştirici güç ve enerji kaynağı olarak bulunduğu yere kolayca bulaşır.


Joseph Beuys (1921-1986), 1984 yılında Tokyo Ulusal Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Müzik Fakültesi’nde öğrencilerle görüşüyor. Fotoğraf: Shigeo Anzai. https://www.frieze.com/article/eight-days-%E2%80%93-beuys-japan

Duchamp’tan sonra sanatı duyumsal niteliğinden alarak düşünsel bir zemine doğru çeken Joseph Beuys, üretim dinamiğine temel oluşturan nesneler bağlamında ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Bu nedenle bir imaj düzenleyicisi olarak da görünen sanatçı, nesne kullanımında duyumsanan farklı tavrıyla, bir yandan muğlak algıları yanyana getirmekte, öte yandan da özgürleşmeye hazır farklı düşünceleri yüzeye çıkarmaktadır. Özellikle Beuys’a atfedilen “her insan sanatçıdır” söyleminden sonra çoğalan performans ve enstalatif kurgular; hiç kuşku yoktur ki, grotesk bir aura ile kaplanmış bu protestocu anti sanatsal duyarlığı yaygınlaştırmıştır. Doğal olarak ortak bilincimizi ve duyumsama eşiğimizi sarsan bu tür deneysel çabaların katmanlı ve karışık yapılarını ayrıştırmak zorlu bir deneyimini gerektirir.

Beuys’un malzemeyle olan ilişkisinin, eşitsizlikleri meşrulaştıran siyasal düzenlere yönelik eleştiri ve itirazları bünyesinde barındırdığını ilk elde söylemeliyiz. Sanatçının eylem, performans ve yerleştirmelerinde bize ısrarla sunduğ keçe ve içyağı’nın, bir hayatta kalma deneyimiyle birlikte yönlendirici becerilerin tüm potansiyelini harekete geçiren bir temsilin ana unsurları olduğu ortadadır. Bir başka deyişle, bu nesnelerle birlikte yaşamak, onları felsefî bir ıstırap nesnesi haline getirmek, Beuys’un ironik argümanlarla kurulan sanatının esasını oluşturmaktadır.

Dahası; Beuys’un özellikle keçe ve içyağıyla giriştiği kurgusal ve kolektif işbirliği, sanatının sabitlendiği yeri de belirlemeye yaramaktadır. Nitekim, sürekli olumsuzlamaya dayalı bir üretim anlayışının nesnesi haline gelen keçe ve içyağı, salt Doğu’ya özgü sosyo-kültürel anlamları olan bir malzeme konumundan çıkarılarak, muhalif bir temsilin evrensel gösterenleri olarak yeniden sunulmaktadır.

düşünsel bir uyaran olarak üretilmiş nesne-imgeler

Joseph Beuys’un performatif bir yaşama adanmış sanatını izlerken ayrışmış bir bilincin çeperlerinde dolaştığımızı hissederiz. Bu esnada, özellikle süreç içinde biçimlenen bir malzeme-nesne olarak kullanılan içyağı, tüm sıradanlığıyla zihnimizi zapteder. Adeta bir şifa aracı olarak tüm kayganlığıyla zıtlıkları gideren, sert çizgileri yumuşatan bir nevi post-aura yaratan bir etkiyle anlatı alanınını işgal eder. Katılaşmış bir halde, enformel yapısıyla dönüşür, şekil değiştirerek ve çatlaklarından solumaya devam ederek ikonik bir nesneye dönüşür. Ruhsal travmaları hapseden kaygan ve nemli dış yüzeyiyle, bir iyileştirici güç ve enerji kaynağı olarak bulunduğu yere kolayca bulaşır.

İçyağı; bünyesinde barındırdığı güç istenciyle konumlandığı yere özgü şekil alırken, telkin gücüyle de zihni yatıştırır. Bir doğaya dönüş ritüelini öneren ve tahrip olan yerlere nüfuz ederek orayı iyileştiren düşüncenin saf bir nesnesi konumundadır. İrrasyonel bir ilişkiyi gündeme getiren Beuys’un içsel farklılığın nesnesi olarak gördüğü aşkın bir malzemedir. Düşüncenin, içyağının derinliğinde özgürleştiği ve başkalaştığı bu alanda, keçe’yle birlikte muhalif uzlaşıların yer aldığı anlam yanılsamalarını var etmektedir. Keçe, kaplandığı ya da sarmalandığı nesneyi ısıtır. Boşlukta aldığı şekille, koruyucu bir yaşam alanı oluşturur. Yani, beden için bir güvenceli bir dayanaktır. Her iki nesneyle birlikte aslında sınır ihlâline dayalı, kuramsal ve tartışmalı bilincin, sanatsal bağlamda bir takdimi yapılmaktadır. Sanat pratiğinin dolayımında keçe ve içyağının başkalaşımı, izleyende yaratttığı mesafe algısı, başlı başına güvencesiz bir varoluş bildirimine işaret eder. Bu nesnelerin tuhaf niteliğinin barındırdığı abject potansiyel, aynı zamanda göçebelik-ötekilik kavramlarına da temas eden esnek yorumların kaynağını oluşturur.

Dolayısıyla Beuys’un ikonik birer nesne-ürün olarak içyağı ve keçeye karşı duyduğu bu tutkulu bağlılık, travmatik hafıza ile kurulan ilişkide tahrik unsuruna dönüşen nesneler üzerinden kendiyle ilgili şizofrenik bildirimleri de açık etmektedir. Ama diğer yandan Beuys’un bu ilişki biçimini, başkalarının acılarını hissetme, eşitsizlikleri ortadan kaldırma, kapitalizmi kurnazca eleştirme ve insanı özgürleştirme aracı haline getirmesi de paradoksal bir durum olarak görünebilir. Malzemeye atıflı nedensellikler ve deneyimlenen performanslardan geriye kalan şeylerin, estetik bir haz yaratmanın ötesinde aktif bir içe dönüş pratiğini öncelemesi aslında yeni bir durum değildir. Bu bağlamda keçe ve içyağı ile birlikte sürüklenen üretilmiş nesne-imgelerin düşünsel bir uyaran ile birlikte evrilerek, bir sanat pratiği halinde tezahür etmesi, esasında düşüncenin bir plastik/heykel olarak konumlanmasının nedenidir. Dolayısıyla burada da, bir zihin işçiliği veya düşünme pratiği, öncül bir duruma gelmekte, yaratıcı sürecin seyrini belirlemektedir.

zihinsel uyaranları tetikleme oyunu

İşte tam da bu noktada düşünce ve dilde yaşanan özgürleşme sürecinin Beuys tarafından esas unsur olarak devreye sokulduğu açıktır. Zihni dönüştürmeye odaklı bu performanslarda anti-plastiğe dönüşen şey, gerçek içyağı ve keçeden üretilen nesne-kurgular değil, antroposofik çağrışımlarda bulunan baskıcı moral dinamiklerdir. Beuys burada kendine özel bir bitişme alanı aralamaktadır. Bu şekilde irrasyonel olanla, sosyal ve siyasi uzantılı düşünceyi katmanlamak, Beuys’un akışkan ve hiyerarşik olmayan evrenine has bir durumdur. Sanat olgusunu, aynı zamanda kendini sorgulayan bir ilişkiler ağı içine alan kavrayış ve problemli alan tespitiyle ilişkilendiren kavramsal bir duyuş, burada kendi özgün mitik ve mistik bağlantı formlarınını üretmektedir.

Sıradan nesnelerle olan histerik ilişkisinde özellikle keçe ve içyağı kullanımında devreye giren anti-estetikbir durumu yaratmaya eğilimli bu Dadacı potansiyel güç merkezi, böylece daha görünür bir hale gelmektedir. Beuys’un büyüsü de burada gizlidir: Nihilist ruhla biçimlenen bir algı metaforu uyarınca, yeni kutsal emanetler diye de anabileceğimiz içyağ ve keçeyle kaplanan şeyleri, sanki patolojik bir beden tasavvuru olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu üretim biçimi, aynı zamanda, insan-doğa ilişkilerinde ortaya çıkan ruhsal vaka (arıza) da denilebilecek zorunlu problemlerin çözümü adına kurulan kombinasyonlardan ibarettir. Beuys’un hayat-sanat arasındaki ilişkilere vurgu yapan ironik performansları, bu yüzden toplamda yüceltilmiş psiko-ideolojik gerekçeli bir kendini temsil hadisesidir. 

Söz konusu temsilin elverişli alanı olarak geliştirilen enstalatif sunumları “farklılaşan bir tür” olarak merkeze alması ve bilincin tüm ilişkisel yapısıyla izleyeni bu düzenlemeye dahil etmesi, elbette Beuys’u şaman olarak da gösteren bir etkileme veya bir zihinsel uyaranları tetikleme oyunudur. Psikolojik dayanıklılığı ölçen bu illüzyonda; zekice temellendirilmiş bir içeriği teğelleme, sorgulama, düşüncenin görsel tezahürü olan malzemeleri ayrıştırma, parçalara ayırma ve tekrar bir araya getirmeye fantazması, Beuys’un planladığı bir düşünce oyunu’ndan ibaret gibi görünmektedir.   

Beuys’un adeta fakir malzeme estetiği ile kurduğu işlerinde sonlandırdığı şey, aslında sanatın geleneksel estetikle olan ilişkisidir. Ve sanatın alternatif bir güç olarak hayatın içine ve her yerine sızmasını sağlayarak, insan-doğa ilişkilerinde yeni bir kodlamanın önünü açmaktır. Böylece sosyal heykel de denilen kavram ya da durumun, bireyin biyo-psişik varlığına da temas eden bir gelişim süreci olduğu şeklindeki farklı önermenin geçerliliği anlaşılmış olur. Yeni ve öncü bir bakışı simgeleyen bu fark, “sanat hayattır” retoriğinin de en önemli politik argümanlarından birini oluşturur sonuçta. 

Beuys’un bu tür sanatsal önermelerine dair henüz tam bir uzlaşmanın gerçekleşmediği günümüz sosyal ve ekonomik eksenli politikalar sürecinde ise; yıkım, eşitsizlik, doğa tahribatı vb. nedenlerle, kehanetler yaratabilecek yeni iyileştiricilere ihtiyaç duyulduğu ortadadır.


Mümtaz Sağlam, Copyright © 2022, Tüm hakları saklıdır. / All Rights Reserved.

ayrıca bakınız: https://saglamart.com/joseph-beuys