boşluk: görkemli bir mekânsal bütünlük

MÜMTAZ SAĞLAM

boşluk bir imge olarak tasarımlandığında, mekânsal aidiyeti belirsiz kalan bir tanımlamaya da yükümlüdür sanki… Herhangi bir yere yönelik olma konusunda tereddütler içeren anonim bir imgeyle ifade edilmelidir neredeyse. Boşlukla bağlantılı bir biçimde dile getirilmek istenen korku, gerilim gibi psikolojik etkiler; bu anonim değerle güçlerini pekiştiririler. Boşluk, bir yandan; panoramik bir bakışın çerçevesinde kendi alan genişliği ve derinliğini belirlerken, anlatıyı görkemli bir mekânsal bütünlüğün içine hapseder…


William Turner (1775-1851), “Ruined Kalesi Üzerinde Gün Işığı”, (Olasılıkla Ashby-de-la-Zouche), 1830, Kağıt Üzerine Suluboya, 34,5×48,5 cm. (http://www.tate.org.uk/art/work/D25214)

küçülmenin ve fikrî tükenişin bir tezahürü 

Ortak kültür, genel kabul görmüş yaşam biçimleriyle ölüm kavrayışını, çatışmalı durumların yarattığı enerjik bir alanda yeniden tartışıyor: Özellikle kıyameti çağrıştıran tahayyül biçimlerini kehanetçi önerilerle besleyen yaklaşımlar, düpedüz bir inanç sorgulamasına dönüşmüş durumda. Artık düzeni bozulan doğa’nın, küresel çapta yaşanan sıkıntı ve felâketlerle kendini dayattığı bir ortamda, karamsar bir havanın egemenliği hissedilmekte… Ve artık; ironik de olsa, inandırıcı ilişkilerin boyutunu tartışan her türlü girişim; ahlâkçı görünen bir duyumsama şekline dönüşerek, politik söylemlerin ötesinde dikkat çekici bir hal alıyor. Duygusal ağırlığı ile öne çıkan anlatıları saran öyküsel içerik, kültürel ve sosyal analizlerin önüne geçerek bireysel olana önem ve ayrıcalık kazandırıyor.

Bu kapsamda, sanat düzleminde daha çok bir doğa görüntüsünün ifadesiyle biçim bularak rağbet gören “boşluk”, nedense hep kaygı ve korkuyla beslenen kasvet dolu bir alan olarak karşımızda. Ya da, doğal bir akışla fantastiğe bağlanan ve kara anlatının öngördüğü niteliklerle kuşatılmış doğaüstü yorumlar halinde… Tekinsiz ve sıra dışı bu ortamların; geleceğe kararsız ve ümitsiz bir bakış geliştiren son dönem sanat yapıtlarına değişmez mekânlar olarak seçildiği de bilinen bir gerçek artık… Bu nedenlerle boşluk’la uğraşma ve onu belirttiğimiz tinsel değerlerle bir tutacak şekilde ifade etme eğilimini, “yeni bir duyumsama hali”, ya da “romantik kavrayışın giderek yaygınlaşan güncel bir yorumu” olarak nitelemek son derece doğru görünmektedir. Aslında, Maurice Blanchot’nun “geleceğin boşluğu” diye adlandırdığı ve/fakat “ölüm” gerçeğine göre konumlandırdığı, zamansal geçişte oluşan doğal kesintiler nedeniyle “distopik” hale gelmiş bulunan umut kırıcı bir olgudur artık bu…

boşluğu görsel bir sorun olarak değerlendirmek, doğayla ilintili bir tavır sergilemektir

Boşluğu duyumsama, (öteden beri) normal görünen bir ruhsal yapı için bilinçli bir tercih meselesidir. Çünkü bu yönelim iyimser bir bakışla, doğal ortamı bir çeşit genişletme girişimidir. Varlık tartışmaları paralelinde, olay ve olguları daha genel bir çerçevede (kutsanmış bir aura’da) kabullenme eğilimidir. Ya da, “ulvî” bir yücelmeye karşılık gelen bir arınma halidir. Yaratıcı eylemin doğasını teşvik eden bir iradeye denk getirerek baktığımızda ise, “sınırsız ve sonsuz” gibi sözcüklere yönelik kavramsal bir yapı halinde ele alınabilir. Hatta, burada kastedilen “sınır ihlâli” sonucu, özgürlük ve hareket alanını genişlettiğini düşünen özne (sanatçı), kısmî bir paranoya haliyle, tanrıya yaklaşma, tanrısal varlığa bir ölçüde benzeme histerisine bile kapılabilir. Doğal düzenin işleyişi ve anlamlandırılması sürecine yönelik merak ve korkuyla beslenen bu paranoik bakış; giderek kendimize özgür alanlar açmaktan çıkarak, büyüklük ve düzen kavramlarına karşı çıkmamıza neden olan metafizik gerekçeleri yaratır.

Ayrıca boşluk bir imge olarak tasarımlandığında, mekânsal aidiyeti belirsiz kalan bir tanımlamaya da yükümlüdür sanki… Herhangi bir yere yönelik olma konusunda tereddütler içeren anonim bir imgeyle ifade edilmelidir neredeyse. Boşlukla bağlantılı bir biçimde dile getirilmek istenen korku, gerilim gibi psikolojik etkiler; bu anonim değerle güçlerini pekiştiririler. Boşluk, bir yandan; panoramik bir bakışın çerçevesinde kendi alan genişliği ve derinliğini belirlerken, anlatıyı görkemli bir mekânsal bütünlüğün içine hapseder… Kompozisyon her şekilde heybetli, açık ve üniversal niteliklerle donanmış yetkin bir görselliğe ulaşır. Diğer yandan ise; boşluğu kendiyle yüzleşmenin bir alanı olarak gören bir duyumsama ile dış dünyaya yönelen, dolayısıyla onu trajik biçime dönüştüren şaşırtıcı deneyimler çıkar karşımıza. Kaçınılmaz biçimde betimlenen mekânı aşkın bir yoruma tabi tutan bu yaklaşımlar, aslında özneyi mekânsızlaştıran trajik bir öyküye alan açarlar. Bu şekilde kendini gizleyen sanatçı, sunduğu dış-dünya kesitinde yaşadığı büyük tutulmayı gözler önüne serer. Egemenliği dışında kalan alana müdahaleyi öngören bu yaklaşımda, zaman kavramını geçersiz kılarak aşkınlaşan bir yaratma idealinin peşindedir zaten…

romantik bir direniş hali

Gerçekte üzerinde pek çok bilgi eksikliğimiz bulunan ve dolayısıyla tanımlama ve görsel karşılık tayin etme noktasında sıkıntı duyduğumuz boşluk imgesi, kavramsal boyutu itibariyle çoğu kez ulaşılmaz bir noktada ve “özel” kalır. Biraz da bu yüzden, özgürlük alanımızın tayini konusunda, iki de bir boy ölçüştüğümüz zorlu bir deneyim alanıdır. Genellikle özyaşamsal süreçle ilişkili, özel bir konuma taşıyarak önemli kıldığımız bu “doğayla buluşma görüntüsü”, apaçık bir şekilde yaşadığımız duygu yoksullaşmasına işaret ederken aynı oranda  “bellek tazeleme” gibi bir eylemi zorunlu bir savunma söylemi olarak devreye sokmaktadır. John Constable’ın daha 1800 yıllarda örneklediği üzere; doğayla yüzleştiği anda, tüm bilgisini ve görgüsünü unutmayı deneyen sanatçının, karşı gelenekçi ve öncü bir tavrı sergilemesi ise, aslında yaşanan çelişkili bütünleşmenin düzeyini ifade eder.

Ve (ısrarla) yinelemekten kaçınmadığımız, bu romantik direniş hali; boşlukla bütünleşmeye adanmış, kendi nesnel gerçekliğimizi de bir şekilde muğlaklaştıran ya da trajik bir biçimde yoksullaştıran bir açmazın ifadesi gibidir.  


Rh+ Sanat, Sayı: 0000, Yıl: 0000.