borga kantürk: bir tecrit mekânında dolanan sanatçı

GÜLAY YAŞAYANLAR

Borga Kantürk ,hasta ile bina ilişkisine yönelik büyük düzenlemesinde, her fotoğraf karesinden en küçük nesnelere kadar tüm elemanlar, özenle seçilmiş olup bu tip alanlara yerleşen bir bilinç boşluğunu vurgulamak için mevcuttur. Sanatçı, hastalıklı yapılara tahammül eden, bireye özgü çalışma alanlarının gerçek karakterini tartışan, buna boyut kazandıran bir bakış dinamiğini oluşturmaya çalışmaktadır. Belki de Borga Kantürk’ün bu kurmaca anlatısı, bireyin günümüze has “mutsuzluk” duygusunun yeniden güncellenmiş bir tasviri gibi durmaktadır. 


Borga Kantürk, hasta-bina ilişkisine yönelik düzenlemesinde, her fotoğraf karesinden en küçük nesnelere kadar tüm elemanlar, özenle seçilmiş olup bu tip alanlara yerleşen bir bilinç boşluğunu vurgulamak için mevcuttur.
Borga Kantürk, “Pencereler”, 20×20 cm, 3 parça, 2012. http://borgakanturkportfolio.blogspot.com/

“Israrlı anlam gereksinmesi ile onun belirsizliği ve anlatılamazlığının acı veren duygusu arasındaki gerilim içinde modernizm, gerçek anlamda trajik olabilir. ” Terry Eagleton1

Kamu binalarında geçen zaman üzerine gelişen anlatılardaki birey ile bina arasında kurulan marazî ilişkinin şekli ve boyutları, üzerinde düşünmemiz gereken yeni kavramsal durumlara işaret ediyor. Tıpkı Borga Kantürk’ün “Hasta ile Bina” tematik başlığı altında toparladığı son çalışmalarında olduğu gibi… Sanatçı; kurumsal mekanlarda karşılaşılan fizikî bölünmelerin ve yerleşimlerin rahatsız edici yanlarına odaklanıyor. Özellikle çalışanların bu tür ortamlarla kurduğu öznel bağları irdeleyerek, takıntı halleri ve tekrarlar ile karakterize edilen yer ve unsurları kendince netleştiriyor. Bu alanlarda konumlanan nesne ya da cihazları psişik gerekçelerle değerlendirerek görsel bir analize tabi tutuyor, anlatının esas konusu haline getiriyor.

Borga Kantürk’ün son dönem çalışmalarına referans teşkil eden hasta-bina ilişkisinde, özneyi baştan çıkaran ve kurban eden kapanma alanları; bir sanat mekânı olarak yeniden algılanmaktadır. Bu ortamlarda sergilenen kurgulanmış davranış ve algı modellerinin ne denli gayrişahsi olduğuna dikkat çekilirken; mekana duyulan sadakatsizlik sonucu yaşanan travmalar, yeni korkular, suçlar ve rahatsızlıklar üzerinde durulmaktadır. Böylelikle; hastalıklı yapıya dönüşen duygu hallerinin, inancını yitirmiş iş ve eylemlerin bir uyumsuzluk sürecinin sonuçları olarak görülme meselesi, Kantürk’ün çalışmalarının öncelikli düşünce yapısını belirliyor. Özellikle ofis ve koridor (labirent ?) gibi ortamlarda gelişen “hastalıklı hal” kurgusunun, sürekli bir tedirginliğin göstergesi gibi algılandığı bu çalışmalarda; gerçekten de biçimlenmiş tereddütlü bir hal, kışkırtıcı bir sıkıntı ve gerilim hissediliyor. Kantürk’te; bu tereddüt ve endişe halinin tüm işlere yansıyan ve söylemi oluşturan yeni bir tahayyül sürecinin dinamiğini oluşturduğundan şüphe yoktur. Mekânlar kendi kendini değilleyen tanımsız yapılarıyla karakterize edilir burada… Özellikle de kendini yok eden bir düzenin işleyişi ve kaybolan zaman, bireyin düşünce ve yaratı gücünün estetik bir algıyla evrilmesini zorlaştıran dinamikler olarak sorunsallaştırılmaktadır.

Öte yandan, içinden çıkılamayan bu bulanık/güvenilmez mekânlarda sanatçının görselleştirmeye çalıştığı hasta-bina ilişkisi, esasında bir “iğretilik” durumuna da işaret etmektedir. Pierre Bourdieu’ya göre iğretilik, bir belirsizlik hali olup, kişinin kendini hasta hissetmesine neden olan bir durum olarak açıklanmaktadır. Bir öngörü yetisinin yok olması ve duruma isyan etme adına gereken umuda sahip olamama ile pekişen bir hastalık hali tanımlanmaktadır aslında…2 

borga kantürk / kayıtsız özne / hastalıklı ilişkiden türeyen yeni haz senaryoları

Kurumsal mekanların tek tipleşen alanı, girmekten çekindiğimiz ve hep ihtilaflı kaldığımız devlet kurgusu, bir sanatsal üretimin konusu olarak ilgimizi çeker mi?  Ya da; onu muğlak hale getirecek olan sanatçı belleğindeki imgesel retorik yeterince etkili midir? Hastalıklı hale gelmiş bir ilişkiye dair kayıtların tutulduğu Kantürk’ün çalışmaları, aslında bu metinsel bağlamı belirlemektedir. Bir yandan ofis ortamının değişmez nesnelerinden oluşan kurgu anlayışı ile bizi söz konusu mekanla soğuk ve mesafeli bir biçimde karşılaştırırken; öte yandan öznel ihtiyaçlar doğrultusunda değer kazanan bu mekanı ironik bir cazibenin merkezi kılmaktadır. 

Bir farkındalık hali yaratan ve tahayyül sınırlarını zorlayan bürokratik yapının yol açtığı sıkıntılar; Kantürk’te olduğu gibi, sistemle yüzleşmenin bedelleri olarak netleşmektedir. Çalışma mekânına özgü gerçeklerin hesabını yapmamak, amaçsız ve sıkıcı çoğu kez de gereksiz bilinçdışı yolculukların beyanından uzak durmak onun için mümkün görünmemektedir. Başka deyişle, “Hasta ile Bina” ilişkisini sorgulayan bir konuma gelmek, mekânla girişilen uyuşmazlığın ya da ona dudak bükmenin enstantanelerini kayda almak, kaçınılmaz bir durum ya da sonuçtur. 

Sözgelimi; pencere/bina ikilemiyle gösterilmeye çalışılan belirsiz manzaralar, kamu çalışanı olarak sanatçının portresini estetik bir sis alanının içinde görünür kılar. Burada, dışarısı ile olan iletişimde pencere, öncelikle bir kayıt cihazı gibi durmaktadır. Ancak kaydedilecek fazla bir şey yoktur. Tekdüzeleşen gri boşluklar gözü her an işgal etmektedir. İnsanı huzursuz kılan, kavrama ve tasarlama yetilerini yok eden bu (modern) mimarî unsurlarda, içerisini dışarıya bitiştiren farklı bir boyut söz konusudur. Bir denetim ve tahakküm etme aralıkları (boşlukları) olarak nitelendirilebilecek pencereler, kurumsal yapıların esas belirleyicisi olup mesai saatlerinin belirlediği muğlak zaman dilimlerini hapsetmekle yükümlüdür. Dış dünya yansıması olmayan bu alanlarda cisimsiz (öznesiz) hale gelen seyrin sıkıntılı psikolojisini algılamak öncelikli bir durumdur elbette. Bu pencerelerdeki duyusal akışkanlığın sekteye uğradığı fakat kadraja yapışan kamusal mahremiyetin de sınırlarının giderek daraldığını gözleriz.

Ayrıca; Kantürk, kurumsal yapılara özgü sıkışmışlık sorununu ve zamanı biçimleyememe kaygılarını öne çıkaran kurgusunu sıra dışı nesnelerle tamamlamaktadır. Tıpkı; öğütücü diye adlandırdığı kağıt kesme makinesinin, statüleri budayan, anlatı mantığını yok eden bir gücü temsil etmesi örneğinde olduğu gibi… Kullandığı bu tür elemanlar; işlevleri ve bulundukları yeri işgal etme nedenleri ile aslında mekanın bürokratik yapısını belirleyen kopuklukları da açıkça teyit eder. Kağıt kesme makinesi, rutin ve sonsuz pratiği ile bu mekânlara ait sürekli kendini eşeleyen ve kaydeden işlevsiz bir tanık gibi durmaktadır. Ya da, bir başka bakışla; güne ilişkin atıkları taşıyan kağıt parçalarını yok ederek ofis mekanının hiyerarşik yapısını anlamsızlaştırmak için devrededir. Benzer şekilde, ayakta kalmaya çalışan bireyin soluk alıp vermesini simgeleyen buhar makinesinin ürettiği havanın durmaksızın yeniden solunması da, kurgu mekanın karakterini yansıtması açısından ilginç bir durumdur. 

Borga Kantürk’ün hasta-bina ilişkisine yönelik büyük düzenlemesinde, her fotoğraf karesinden en küçük nesnelere kadar tüm elemanlar, özenle seçilmiş olup bu tip alanlara yerleşen bir bilinç boşluğunu vurgulamak için mevcuttur. Sanatçı, hastalıklı yapılara tahammül eden, bireye özgü çalışma alanlarının gerçek karakterini tartışan, buna boyut kazandıran bir bakış dinamiğini oluşturmaya çalışmaktadır. Belki de Kantürk’ün bu kurmaca anlatısı, bireyin günümüze has “mutsuzluk” duygusunun yeniden güncellenmiş bir tasviri gibi durmaktadır. 


istiflenmiş saplantı nesneleri ya da hastalıklı hale gelmiş bir düzeltme duygusu

Bürokrasi mekanları; günün sonunda boşluğa düşen fakat ertesi gün yeniden belirginleşerek zamana yayılan işleyişiyle, gösterilemeyen belirsizliklerin alanı haline getiriliyor burada… Ancak, arşiv olarak tanımlanan ve deyim yerindeyse boşluğun kendini kapattığı mekânlarda esas itibariye bir dosyalama inşası yaratılmaktadır. Kamusal hafızanın dokümanter bilgisine ulaşmanın imkânını veremeyen bu ortamda huzursuzluk her yana sinmiştir. İmkânsız arşiv karanlıkta bütün gizlediklerini yok etmekle görevli bir hazır nesne dekoru gibidir. Kurgunun genel atmosferine hakim olan marazî korku, bir nevi bu tür ortamlardan uzaklaşma eylemini tetikleyen, hikayenin kendine has alt korkularını biriktiren ve mikro labirentini oluşturan bir söylemi belirlemektedir. 

Sanatçı, zamanın sürekli tekrarının verdiği duygusal tahribata ilave olarak, algılanamayan ve sıkıştırılan mekanın psiko-sosyal eşiklerini irdeleme ve anlamlandırma sürecine girmiştir. Tespitlerini kurguladığı varoluşçu söylem dahilinde görselleştirerek, bireyin belirsizlik ve gerginlik hissettiği bu ortamlarda, kişisel üretime yönelik bir mücadelenin de tehdit altında olduğunu hatırlatmaktadır. Bu yüzden Kantürk’ün mizansenleri, bizzat kendine yönelik vaat ve umutlarının takıntılı bir sorgulamasına dönüşür. Hasta Bina Sendromu’nun3 bilinen tanımlarına uygunluk gösteren bir tipoloji üzerinden genel performansını oluştururken; kamusal alana ilişkin psikolojik bir çözümlemeyi en sıra dışı bağlamlara taşır. Kurgularda yer alan nesnelerin izleyende yarattığı çağrışım ve özdeşleşme, bir kez daha küçük çalışma birimlerinde yaşanan iğretiliği ve sıkışıklığı gözler önüne serer.

Ofis mekanında her gün tüketilen benzer zamanlara adanmış bir betimlemeye ulaşmanın zorlukları ve yarattığı yeni baskı türlerinin irdelenmesi ise ayrıca dikkate değer: “Rahatı Kaçan Ağaçlar” dizisinde yer alan ve iyileştirici nesnelerden üretilen kolaj-desenlerin rutinleşen zamana dair estetik pratiklere dönüşmesi örneğinde olduğu gibi… Bürokratik baskılara maruz bırakılan bu ağaçlar, bağlamından sökülerek şekilsiz simgelere dönüşürler. Burada sürekli gövde kaybına uğrayan budanmış ağaçlar, hastalıklı hale gelmiş bir düzeltme duygusunun gösterenleri olarak karşımızda durmaktadır. 

Sonuçta Borga Kantürk’ün aksayan bir ilişki biçimine odakladığı bu işleri, sanatçının gündelik hayatı içinde olan ve algı aralıklarında gizlenen bulanık sahneleri su yüzüne çıkartma çabası olarak görmek mümkündür. Burada özetle belirtmek gerekirse; “imtiyazlı” bir takım karalamalar ile yaşanan günü revizyondan geçirip güvenli alanlar oluşturan bir iç-dünya tasviri söz konusudur. Süreklilik gösteren tedirginliğin, estetik üretimleri hem kısıtlayan hem de belirleyen bir etkene dönüşmesi, sergilenen kurmaca hikayeler için her zaman önemli bir detaydır. Bu bakımdan, tereddütler içindeki kişinin temsil yetilerine, metafor haline gelen bir tecrit mekânının edebî bileşenlerinin katkısı yadsınamaz. Borga Kantürk; bu şekilde, işlerinin gerçekle olan bağları üzerinde oynayarak; anlamları parçalamış, eksiltmiş ve belirsizleştirmiş, dolayısıyla hasta binayı sınırları net olmayan büyük bir labirent haline getirmiştir.


Arredamento Mimarlık, Sayı: 262, Kasım 2012.

Notlar

1 Bknz. Terry Eagleton, Hayatın Anlamı, Çeviren: Kutlu Tunca, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2007, sf.81.

2 Bknz. Pierre Bourdieu’dan Aktaran: Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, Çeviren: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, İkinci Basım, 2011, İstanbul, sf. 70. 

3 HBS/Hasta Bina Sendromu: 1984 yılında Dünya Sağlık Örgütü WHO tarafından tanımlandığı şekliyle, kişileri olumsuz etkilere maruz bırakan ofis/bina ortamlarına ilişkin olarak adlandırılan bir rahatsızlık durumu.

ayrıca bakınız: https://saglamart.com/borga-kanturk-queer-mekanlarin-pesinde