aykırı bir anlatı düzlemi: post-apokaliptik tasavvur

MÜMTAZ SAGLAM

“Tematik eksenini post-apokaliptik durum’a yönelten yapıtlar, bireysel evrenlerimizi  saran giz perdelerini aralayan, gerçekliklerimizi ve saplantılarımızı yüzeye çıkaran, esasında kendi cehennemimizi söylemleştiren beyanlardır bir bakıma.”


Tacita Dean, “The Wreck of Worthing Pier”, 2001 ( Presented by the artist 2002, http://www.tate.org.uk/art/work/P20257)

Artık bir görüntü çeşidi olarak da kabul ettiğimiz trajedi, sıradan kitlenin gözünde seyirlik bir olgu durumda. Kuşkuya, korkuya sefalet ve acıya denk düşen tinsel uzam, salt ilgili bireyin mikro-kozmosunun bir sorunu halinde. Algı eşiğimizde beliren bu tavsama, büyük ölçüde post-modern süreçte yaşanan dönüşümün bir sonucu; daha çok da konformizmin batağına saplanmış bir bencilliğin göstergesi olarak açıklanabilir.

Hiç kuşkusuz ki süregiden modernizm tartışmalarında birey, sosyal ve kültürel ortamında tüm öz nitelikleriyle; siyasi bir varlık olarak, inanç biçimleriyle, kimlik ve kişilk özellikleriyle cinsel tercihleriyle önemsenmektedir. Bu kapsamda öne çıkan kimlik, beden, biyopolitika ve/veya melezlik gibi temel tartışmalar eşliğinde cinselliğin, esaretin ve deliliğin mutlaklaşmış anlamlarından taşırılarak günümüz bireyini niteleyen yeni tanımlara zemin hazırlaması, bu yeni bakışın, düşünce yaklaşımının eseridir büyük ölçüde.

Bir genel özlem halini alan, toplumsal yaşamı sistemli ve demokratik hale getirme mücadelesinin ise artık dinsel öneriler kadar siyasî olanın hedefi olmaktan çıktığı bir süreci yaşamaktayız. Artık iyi biliyoruz ki; gerek modernizmin taçlandırdığı gelişmeci idealler, gerekse inanç temelli düşünceler, kitlesel yığınların yeryüzü cenneti’ne ulaşma özlemini gerçekleştirmekten çok uzakta.

Tam da bu nedenle; edebiyat ve sanat alanında çoğu bir distopya formatında sunulan ve iyice yaygınlaşan kıyamet sonrası tasavvurların, umudunu yitirmiş yorgun bireyin zihninde canlanan şey olması çok doğal. Dahası bu türden bir imgelemden gücünü alan yapıtların potansiyel güçleriyle dış dünyaya yönelik tepkileri bütünleyen bir yansıma alanı haline geldikleri unutulmamalı. Sözgelimi, bilinçdışının doğrudan bir yöntemle tuval yüzeyine aktarılması bir infilâk etkisi yaratmış; ölüme, korku ve kaygıya ilişkin değerlerin doğaçlamaya dayalı akışla ifade edilmesi ise oldukça sert ve rahatsız edici bir plastisitenin oluşumuna yol açmıştır. Aynı şekilde Cennet anlayışı peşinde biçimlenen ve iyimserlik mesajlarıyla yüklü bir söylemin kuramdan kurtulup güncele ve gerçeğe uyarlanması, nedense dünyasal olandan tümüyle uzaklaşamamıştır. Bu tasavvuru yönlendiren gizemli ve yüceltilmiş unsurlar, ruhanî göndermeleri olan bir aura yaratmada etkin olmuştur ancak idealize edilmiş ıssız bir doğal mekân tipolojisi pek aşılamamıştır.

düşleme yetimizin karanlık yüzü

Kültürel hayatı etkileyen eden unsurlardan biri olan sanat, aslında distopik bağlantılarla şekillenen tasavvurlara daha çok öncelik verir. Olumsuz ya da kötü olanı saptama ve yansıtma konusunda baştan beri kendini yükümlü hisseder. Büyük ölçüde bir kıyamet beklentisinin ya da moral çöküntünün izlerini süren çözümlerde, sanatçının psikolojik durumu hakkında spekülatif yargılara yol açar. Yine de ütopik tasarım, genelde olumlu, gelişmeci bir öze dayandırır kendini. Öte yanda, kaotik tasarım diyebileceğimiz öngörü biçimi ise, sanki düşleme yetimizin karanlık yüzünden yansımaları içerir. Güvensizliğin ve değer yitimlerinin yol açtığı psiko-patolojik yükle harekete geçen yaratma içgüdüsünün tüm tutkularından arınma adına gerçekleştirdiği katharsis‘e dönüşür açıkça. Tam da bu nedenle sanatçı simgelere sığınır, düş kişileriyle ilişkiyi tercih eder. Şu unutulmamalıdır ki; çelişkilerden dinamiğini alan ve son derece bireysel çehreli bir üretim mantığına dayalı olan sanat olgusu, ütopyacı yanını baskı altında tutarak trajik olana, ölüm-yaşam sınırında durana yakın olmuştur.

Önce inanç biçimlerinin daha sonra da toplumsal-siyasal yaşamı organize etme ideali peşindeki düşüncelerin, her dönem ve koşulda bir öbür dünya tasarımı  geliştirdikleri bilinmektedir. Güncel ve tarihsel yaşama ilişkin sorunların bir daha yaşanmayacağı, kalıcı bir mutluluk ve barışı, hatta ölümsüzlüğü hedefleyen bir Cennet kavramı üzerinde ağırlık kazanan bu öngörü yaklaşımları, Cennet’in  alternatifi olan Cehennem’i de karşıt bir kavram olarak var eder. Bu arada kıyamet düşüncesi de esasta geleceğin sonuna ilişkin bir durumu nitelediği için, sözü edilen tasarımın  vazgeçilmez bir unsurudur. Hem ütopyalarımızı hem de yeryüzüne ilişkin düş ve düşüncelerimizi olumsuz şekilde etkileyen de, yaklaştığını düşündüğümüz bu kıyamet endişesidir aslında. (Bkz. Marcia Tucker, Kaybolan Cennet, Bulunan Cennet, 1984, sf.31)


aykırı bir anlatı düzlemi: post-apokaliptik tasavvur

Kıyamete ilişkin önyargılarımız giderek din-inanç bağlamından sıyrılarak, toplu yıkım ve yok oluş düşüncesi’ne dönüşerek kentli ve yerel anlamlara sürüklenir. İnsanın diğer bir insana ettiği akıl almaz zulüm ya da sözgelimi savaş aygıtları teknolojisindeki ürkütücü gelişme; kıyametin, insanlık durumunun kusur ve kabahatlarının bir sonucu olacağı düşüncesini yaygınlaştırmaktadır. Kıyamet düşüncesi açıktır ki, zamanın bitimine işaret eder. Ötesi, zaman-dışı bir düşünce yani kurmacaya dayanır. Zamanın yitirildiği, ancak mekân olgusunun keskin ve uyarıcı unsurlarıyla öne çıkarıldığı bir kurmacadır elbette bu.

Burada cinsellik bir günah vesilesi olarak karşımızdadır. Çıplak bedenler ise doğal görünümün bir parçasıdır. Erotik çağrışımlardan çok, ürkütücü ve günaha çağrılı atmosferin, kara bir estetik anlayışın görüntüsünü bütünlemektedir. Kısmen sapkın özneye de kucak açan, yaralı bilincin ürünü olan, psiko-sosyal açıdan davranışı moral değerler adına aykırı duran bir çıplak beden… Dolayısıyla öteki unutulmuş, kendiyle süre giden uyuşmaz bir cinsellik parodisinin temsili söz konusudur. Bu tematik alan, çoğu kez trajik görünen belli ölçüde kösnül ve alaysı bir izlenimin bileşkesinde karakterini belirler. Dahası, yaşama karşı duyulan bu olumsuzlama adalet, yargı ve dürüstlük gibi toplumsal yaşamı hizaya sokan değerlere karşı kin, nefret, kompleksler ve yalan gibi normal-dışı ile ilişkili duygu ve düşünce hallerine bir meyil yaratırlar. Sözgelimi yabancılaşma gibi, bu tür bir körelmiş ruh durumunu yansıtan olgu, modalaşan bir deyim mertebesine gelerek neredeyse gerçek anlamını yitirmektedir.

Geleneksel anlamdaki resim, kıyamet teorilerini bir bilgi nesnesi olarak görselleştirmiştir. Romantizmden sonraki süreçte felâketin onulmaz aura’sına hapsolma ve onu görsel düzene sokma isteği, bireyin/sanatçının kendi inanç ve değer sisteminin  kaotik boyutunun ifadesinden başka bir şey değildir. Dışavurumcuların ölüme ve intihara bu denli yakın durdukları gerçeği anımsadığında bu sanatın içsel boyutu bir trajik gerçeklik olarak çıkar karşımıza. Neredeyse bir ifade türü olarak gelişen kara anlatı; ölümü, intiharı ya da cinayet çağrısını güzel ve etkili kılan bir kurguya yön/şekil verebilir.

Sonuç itibariyle belki şu söylenebilir: Tematik eksenini post-apokaliptik durum’a yönelten yapıtlar, bireysel evrenlerimizi  saran giz perdelerini aralayan, gerçekliklerimizi ve saplantılarımızı yüzeye çıkaran, esasında kendi cehennemimizi söylemleştiren beyanlardır bir bakıma.


(Yazının daha ayrıntılı hali için Bkz. Apokalypsis, Emlak Bankası Sanat Galerisi Yayını, Mayıs, 1999, İstanbul.)

ayrıca bakınız: https://saglamart.com/tacita-dean

ayrıca bakınız: https://saglamart.com/william-kentridge-ppostmemory