izmir’de genç sanatın üretim dinamiği II

GÜLAY YAŞAYANLAR

2000’li yıllarla birlikte İzmir’de başlayan genç sanatçı hareketi, kentin sunduğu ya da mahrum bıraktığı değerlerin çelişkili bütünlüğü üzerinde halen yaşanmaya devam ediyor. Gerçekten de toplumsal ve kültürel yapının dışarda bıraktığı kendini ifade etme arayışı içindeki genç bireylerin, sanatsal bir dil oluşturma, kimlikli ve kişilikli olma yolunda yaşadıkları zorlukları tartışmak bile gereksiz. Öte yandan tarih, kültür ve kent belleği oluşturma yolundaki kolektif girişimlerin ağırlaşan seyri, bir türlü tüketilemeyen sanat ve sahiplenilemeyen sanatçı olgusu ya da, var edilemeyen kültür ve sanat mekanları, görsel kültürün ve bilincin oluşumunu doğal olarak geciktirmektedir. Bu gerçeğe; ilişkisel yapılarda beliren eksik kodlara rağmen; bir kesimin kendini geliştirme ve eksik olanı giderme noktasında örneklediği bir kararlılığı belirli tespitler eşliğinde değerlendirmek ve anlamaya çalışmak daha doğru olacaktır.”



Ersan Deveci, “İsimsiz”, 2011, Aluminyum Kompozit Üzerine Enamel Boya, 125x175cm. https://arts.ozyegin.edu.tr/tr/artist/ersan-deveci

İzmir’de yaşayan ve üreten genç sanatçının dil ve anlatım tercihlerinde ayrıntılarından sıyrılamayan duygulanım ve düşünce hali başlı başına önem kazanır. Bu hissediş formuna sanatçının öznellik çabaları ve öteki alanlara ilişkin tahammülsüzlükleri de eşlik eder. Bu da genç sanatçının İzmir’e özgü zaman ve mekan algısını rafine hale getirerek ona provokatif boyutlar kazandırır. Kontrol edilebilir bir motivasyon hali, bu süreçte duygu dünyasına sızar ve üretim dinamiğini kışkırtır. Genç sanatçıların İzmir’de yaşama ve üretme tercihlerinde, buraya özgü daha derinlikli ve psişik boyutlu bir iç-dünya tasavvuruyla baş başa kalarak yalnızlaştığı görülür. Sessiz ama bir o kadar ışıltılı bu kente dair travmatik parçalar yine bu psişik dokuyla tamamlanır. Burada yaşayan sanatçıların yoğun emek isteyen üretimlerinde de bu buğulu ve sisli örtünün varlığı-ağırlığı sezilir. Koruyucu bir sığınak şekilde kullanılan bu örtü, sanatçıyı da tuhaf çekici ve gizemli hale getirir.

izmir’de genç sanat: görsel dil ve kültür dolayımında yapılanan yeni yaklaşımlar

Bu genel görüntü içinde devinen, sergiledikleri muhalif tavır ve duruşla dikkat çeken sanatçı kümelenmesi aslında kendi içinde gelişen bir geleneğe de mensup olarak; kimlik, farklılık ve aidiyet tartışmalarını anlamlı kılmaktadır. Geliştirdiği eleştirel imge düzenine karşılık gelen yaratıcı düşüncelerle beslenen ve estetik yaklaşımlar geliştiren birkaç sanatçı örneğine bu aşamada bakmak gerekiyor:

Uzun süredir İstanbul-Berlin hattında devam eden sanat yaşamını, ısrarlı yüzleşmelere meydan okuyarak ve kendine özel bir alan yaratarak öne çıkaran Erdoğan Zümrütoğlu, İstanbul’a odaklanan arayış doğrultusunu başlatan isimlerden biridir. İzmir’de biçimlenen sanat yaşamının ilk evresinde aslında ters yüz olmuş hayal dünyalarına sıkışan insanı, mülksüzleşen patalojik bir form haline getirmek istemiştir. Bu form, Zümrütoğlu’nun resimlerinde bazen, şekilsiz bir anarşiye, kimi zaman da eksik bir bedene dönüşerek kendi iktidarını yaratmakta gecikmemiştir. Özellike şiddet kavramıyla sıvanan yüzeyin alt boşluklarındaki akışkan duyumlarda kendine mikro direnme noktaları yaratır. Esasında alt metin olarak içselleştirilen güç ve iktidar kavramları yeni hareket alanları oluşturur burada. Israrlı bir şiddet algısıyla yola koyularak resimsel durumu inşa ederken, sezgilerine dayanan endişeli bir tavır geliştirir. Tekinsiz bir ortamda, simgesel tasvirler üzerine kurulu ironik ve diri bir muhalif dili sürekli kılar. İktidarı hırpalayan yaratıcı bireyin esas gücü öne çıkar burada…

Nejat Satı’da ise, insanî tasavvurların algısı, süreci, hiyerarşik bir düzen içinde inşası, kimlik saptama pratiklerinin en masum unsurlarındandır. Sanatçı özne burada hayal gücüyle beslenen bir sistem içinde yeni sorunlara vurgu yapmak veya bir manifesto metni oluşturmak durumundadır. Bazen bu metin toplumsal düzene bir eleştiri getirdiği kadar, bireyin kendi aşkın algısına da hizmet eder. Bazen figüratif bir anlatıya ait olduğu gibi, öte yandan imgesinden sıyrılmış yalın/sade bir yüzey, bir boşluk aktarımından başka bir şey değildir. Belirsiz bir zaman diliminde hareketsiz bir ana ilişkin ifadenin yansıdığı soyut yüzeylerde, keskin bir yabancılaşmayı yansıtan itaatsiz bir eylemin sonucuna dönüşür. Karmaşık bir hayal gücünden kesitler sunan bu resimler, çoğu zaman kişiyi mistikleşen bir algı üzerinden saf düşünce hallerine taşır.

İzmir’de üreten sanatçılar, kendini sürekli kılacak bir yönlendirme, mesafe yaratma ve zihinsel bir mekan yaratmakla mükellef gibidir. Bu bağlamda Mehmet Dere, Nejat Satı ve Tufan Baltalar uygulama rollerinin farklılığına rağmen, bulanık bir alanda seyretme riskini göze alan bir tavır içindedir. Aynı şekilde İzmir kökenli olup bugün farklı kentlerde yaşayan Elmas Deniz, Merve Şendil ve Gökçen Cabadan (Belçika) gibi isimler, üretim pratiklerinde sahici bir dil yaratma çabasını, kendilik duyumu ve bildirimleri ile teğelleyen yeni travmatik ikon imgeler üreterek siyasal eleştiriye kavramsal boyutlar kazandırır. İçsel unsurları yeniden boyutlandırarak pratikte yaşanan güncel sorunlara temas eden yeni bir imge düzeni karşımızdadır. Yine bu doğrultuda hareket eden, resim yüzeyinin malzeme özelliklerine bel bağlayarak tipik bir yabancılaşma efekti ile figüratif anlatıma ilişkin dil ve anlatım olanaklarını sorgulayan Halil Vurucuoğlu’ndan ayrıca bahsetmek gerekir. Vurucuoğlu, kağıdın esas malzeme olarak kullanıldığı ve dönüştürüldüğü çalışmalarında derinlikli bir yüzey etkisini öne çıkarır. Bu çok katmanlı yüzey, sözgelimi portreden bir parça teni var etmek üzere kat kat derinleşir. Dokunma hissinin yok edildiği, derinlikli portreler giderek patetik bir ifade ile özdeşleşir. Bu dünyaya ait olamayan portreler, bir çeşit ölüm sessizliği yaratır. İçinde yaşadığı körelen bir dünyaya bir başkaldırı niteliği taşıyan bu portreler, ayrıca şimdiki zamanı gözetim altına alan bir psişik dolaşımı tesis eden ustalıklı teşebbüslerdir. Büyük boyutlu kağıtların yanı sıra bazen bir defter içinde kalarak yarattıkları tekinsiz alanla, kolektif hafızamızı fazlasıyla meşgul ederler.    

İzmir daha çok eklektik bir kurguda bir araya getirilen ya da ayrıştırılan şeylere ait bir üretim mekanı haline gelirken, hem zamansal hem de tinsel bir derinliğe sahip sanatçıları içinde barındırmaktadır. Tıpkı, ideolojik ve kültürel sorunları çözümleme iradesine sahip bir tavır ve yaklaşım içinde olan Hakan Kırdar gibi… Son dönemde kültürlerarası diyalog fikri üzerinde çalışan sanatçı, modernist kentlere özgü olan yıpranmış tahrip olmuş dil, tarih ve gelenek kodlarına vurgu yapan karakteristik mekanlar hazırlamaktadır. Kimi zaman kimlik ve aidiyet sorunlarına eğilerek ilgili coğrafyanın geleneksel atıflarından hareketle; güncel olan ve ayrıştırılmış şeylerin, ritüellere uygun olacak şekilde birleştirilmeleriyle uğraşır. Sanatının dokümanter niteliği, kente dair çoklu yaşam, bir aradalık ve ortak kullanım gibi kolektif algılara hitap eder. Ayrıca; inanç, gelenek, ideoloji, bağlamında sosyal erozyona uğrayan duygu akışlarıyla ilgili düzenlemeler de yapmaktadır. Buradan hareketle kamusal gönderimleri olan ve özgürlüklerin muhafaza edildiği seçilmiş imgelerden örülü bir anıtla karşımıza çıkar: Portİzmir3’te Anıt Ormanı adlı ekolojik bir mekan düzenlemesine dönüşen toprak halı, motifleriyle birlikte üretilip, zaman içinde yaşanmış bulunan organik bir yok edilişe vurgu yapar. Öteki kimliklerin yaşam haklarına, uzlaşma arayışlarına dikkat çekerek, sanatının hassas meseleler üzerinde dolaştığını seyredene duyumsatır. Anıt Ormanı aslında, mekanın ışığını ve rengini soğuran ve zaman ötesine taşıyan bir başka sinematografik algıya hizmet eder. Burada doğaya ve ekosisteme dahil olan, politik bir kırılma noktası yaratan şeyler, sanatçının yaklaşımının esas gücünü oluşturur. Parçalı ögelerin kurgusallığı ile alakalı bir yükleme ve istifleme ya da motif oluşturma çabası, mekanlararası bir ilişkisel ağ yaratma arayışıdır. Bu şekilde tarihsel gönderimleri olan bir manzarayı, şimdiki zamanda soyutlayarak sorunsallaştırmakta ve geliştirdiği görsel dil üzerinden bizi bir düşünme alanına davet etmektedir.

Bu yaklaşımın ötesinde, sanat ve siyasi gelişmeler arasındaki temsil ilişkilerinin gerilimli alanında kişisel tarihinin izleriyle yüzleşen Ersan Deveci ise, bu kavramsal çatışmayı simgelemek için etkili fotoğrafik yorumların gücünü kullanır. Maruz kaldığı kimlik ve formasyon çelişkisini; bomba, mermi ve silah gibi nesneleri, teknik bir mükemmellikle resmederek, estetize edilmiş bir şiddet kavrayışı üzerinden vurgular. İkon haline getirdiği savaş aygıtlarını, Kutsal Makine sergisinde olduğu gibi, yakın tarihe ilişkin algıların sapma doğrultularını işaret eden dokunaklı göstergelere dönüştürür. Benzer bir noktada duran; iktidar, güç ve otorite kavramlarını kendi perspektifinde yeniden sorgulayan Alpin Arda Bağcık da, politik gönderimlere sahip gerçekçi resimler üretmektedir. Sivil direniş hareketlerinin arttığı günümüzde oldukça anlam kazanan bu işlerde, esasında politik olandan estetik olana evrilirken bile sertliğini yitirmeyen, baskı ve otoritenin duyumsandığı soğuk görüntülerle yüz yüze geliriz. Belirli tarih ve mekanlara özgü olayların görüntüleri, arşiv niteliğiyle olduğu kadar, ortak belleği deşerek bizi farklı ruh hallerine taşır. Sadece resmetmeyle sınırlı kalmayıp, otoritenin tarihsel süreçte hiç değişmeyen yüzünü göstermesi açısından bile, belgesel bir önem arz eder.

Bu ayrımda özel bir yeri bulunan Merve Şendil’in genel anlatı düzenini; daha çok örgü çalışmaları, kurgu nesnelerle örülü fantastik hikayeler ve ses enstelasyonları gibi farklı medyumlar belirler. Mekansal kurgularını dayandırdığı distopik hikayeler, sanatçının hayal dünyasının zenginliği ile birleşerek, izleyiciyi kurguladığı öte dünyaya biraz daha yaklaştırmaktadır. Bu masalsı evrende, imgelerin zincirleme ilişkileriyle örülen hikayenin yansıma alanlarını algılamak izleyicinin belleğine bırakılır. Merve Şendil’in yeterince gerçeküstücü ve gizemli görünen anlatılarında, gerçeklikle oynadığı ve onu dönüştürdüğü görülür. Bu işler, belki de kişinin kendi iç dünyasında saklı kalan denge arayışlarıyla ilişkilidir. Yine aynı kapsamda Sabire Susuz’un giysi etiketleriyle oluşturduğu portrelerde beliren imge, estetik uyum yaratan bir devinimsel yapının, yani fotoğrafın yeni bir biçimidir. Resim yüzeyinde bütüne ilişkin bir hareket ve yayılmanın oluşturduğu piksel çağrışımlı doku, aslında güncel ve güçlü bir nitelemeye dönüşür. Yapısal bir unsur olan etiketler, tüketim kültürüne yönelik eleştirel vurgulara zemin hazırlarken, bizi anonim figür ve portrelerle özdeş tutan bir duygusal derinliğe taşır. Etiket-markalar bir yandan yüzeyi tanzim ederken diğer yandan da işlevlerinden sıyrılarak bir puzzle mizanseni üzerinden esas görüntüyü inşa eder. Ustalık ve emek isteyen bir sürecin ürünü olan bu yaklaşımın yeni versiyonlarının, görüntü estetiğine ilişkin elde edilmiş yeni açılımlar arasında yer alacağından hiç kuşku yoktur.

Tufan Baltalar’ın insan-doğa kavram çiftinin yıpratcı ilişkisinden hareketle resme taşıdığı durumlar, dış-dünyanın bütüncül yapısına hasredilmiş ayrıntılarla ilgilidir. Doğada yeralan sığınma alanlarının sanatçı için anlıyoruz ki önemi büyük. Bu nedenle; ruh sıkıntısına, yalnızlığa ve yaşadığımız tedirginliklere karşı doğanın gerçekliğine sık sık atıf yapar. Doğa ile insanın bulunduğu yer arasındaki mesafenin algılanmasına yönelik ürettiği bir dizi çalışma, aslında incelikli bir görme ve gösterme retoriğinden ibarettir. Baltalar’da bir dizi tuval resminde betimlenen bulut kümelerinde, insanı bu düşsel alana bulaştıran egzotik bir gizem ve cazibeden söz edilebilir. Herkese kendi tinsel manzarasını oluşturması için yardım eden, huzur verdiği kadar tekinsiz görünen bir kurmacadır bu. İzleyici ise nefes almak üzere bu mikro dünyayı paylaşmaya çoktan hazırdır.

Neda İsmail Atar’da metalin soğuk yüzüyle beliren gerçekçi etki, Baltalar’da sezilen duygu halinin tam da karşısında konumlanır. Atar, çalışmalarında günümüz tüketim toplumuna odaklı endüstriyel formların sanat nesnesi haline dönüşmesine ve heykelsi niteliğine dikkat çeker. Metalden seri olarak üretilen ve sonsuz sayıda tekrar edilen formlardan oluşan minimal etkideki heykelleri duygu durumlarından uzakta kalan kaotik ve mekanik bir uzam-yaşam algısına vurgu yapar.

Hayal İncedoğan’ın son çalışmalarında içsel bir deneyimin duyarlı görüntüler üzerinden yaşadığı değişimini görmek mümkündür. Bu belki de, zamana yayılan bir kendini gözetleme, araştırma ve duyarlık alanlarını saptama çabasının kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza gelmekte. Ürettiği yağlıboya, fotoğraf ve  video çalışmalarının tümü, sanki farklı kimlikleri bir öznede toplayan bir otoportreler dizisi gibidir. Performatif nitelikteki işleri, bazen melankoli içeren neon ışıltılarına dönüşür, kimi zaman da Rüzgar Yıpratır’da olduğu gibi uyumsuz notaların yarattığı duygusal bir akışla örtüşür. İncedoğan aslında, kendinin temsili meselesini, farklı dil arayışlarıyla geliştirmeyi ihmal etmeyen romantik bir tavır içindedir. 2011 yılından bu yana İzmir-İstanbul hattında çalışmalarını sürdüren Bahar Oganer de neredeyse bir itiraf alanı haline getirdiği tuvallerinde, kendini pitoresk bir doğa içinde konumlandırır. Böylece, kadına ilişkin duyarlı ve kırılgan bir atmosferi paylaşan ilginç portre-peysajlar üretir. Özellikle arkası dönük figürleri içeren renkli kompozisyonlarıyla, açık bir özgürlük çağrısı dillendirilir. Ancak bu figürler üzerinden, örtük bir cinsellik çağrışımı da hemen hissedilir. Popüler imgelere öykünen atıflar ve biçimsel düzenlemelerle zenginleşen bu tavrıyla Bahar Oganer; göz alıcı renklerle bütünleştirdiği, yüzey tasarımına dönüşen bir resim anlayışının peşinde görünürken, aslında yoğun bir duygusallığın ürünü olan bir resim anlayışını örnekler gibidir…

Bir olayı, olguyu mercek altına alarak onu kendine özgü hikayelendirme sürecine odaklı çalışmalar içinde izlediğimiz Gökçe Süvari, kendi kişisel tarihiyle de buluşan ve/fakat farklı deneyimler içeren anlatılar oluşturur. Kimi zaman abartılı bir cazibe yaratan çizimler, bazen bilinçdışı bir serüvene dahil olarak sonu muğlak kalan hikaye örüntülerine dönüşür. Zaman ve mekan deneyimi her zaman düşsel olanı içeri almaya hazırdır. Bu da gücünü tahayyül sürecinin özgürlüğünden almaktadır. Süvari’nin bizzat kendi mitleriyle alâkalı olarak harcadığı sanatsal çaba ise, aslında bir çeşit özgürlük alanı inşa etmekle ilgilidir.

Sonuçta; İzmir’de ciddi bir üretim dinamizmine dönüşen, genç sanatçıların sergilediği eleştirel pratikler, bağımsız yapılarını korumak ve geliştirmek adına en azından bir dönem bile olsa bu kente ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle kentte oluşan ağırlık merkezinde, karanlık boşluklara sızar, yeni anarşist duyumlara ve yeni biyo-politik saldırılara hazırlanırlar. Ve/fakat bu hareket planları gelişip şekillenirken, arka planda yer alan kent imgesi İzmir değildir artık… Kent burada mevcut koordinatlarını yitirip herhangi mekana dönüşmüştür. Sanatçı ise, zihnen ve ruhen bu kentin sınırladığı alanın dışındadır, mümkün olan her yerdedir…


İstanbul Art News, (İzmir Özel Eki), Sayı:15, Aralık 2014, İstanbul.

ayrıca bakınız: https://saglamart.com/izmirde-genc-sanat